16 Temmuz Cuma akşamı, 9’da kalkması gereken ama 1 saate yakın rötar yapan İzmir Trabzon uçuşumuzu gerçekleştirip gece yarısına doğru Trabzon’a ulaştık. Havaalanı çıkışında taksi bulmaya çalışırken nedense görevliler nereye gideceğimizi soruyordu, biz de konaklayacağımız Anıl Otel’in adını verdik. Aynı otele gidecek biz yaşlarda bir çift daha vardı, her ne kadar bizlere ayrı taksi vermeye çalıştılarsa da biz beraber gitmeyi tercih ettik. Bu kısa mesafede hemen aynı tura katılacak olduğumuzu çözdük. Otele çantalarımızı bırakır bırakmaz da kendimizi sokağa attık. Resepsiyon bize ve Gonca–İnan çiftine sahildeki kafelere ya da meydandaki bar ve restoranlar tarafına gidebileceğimizi söyledi. Biz sahil tarafına karar verdik ama yürüdükçe yol karanlıklaştı, tenhalaştı ve dikleşti, mesafeyi de tahmin edemediğimiz için meydan tarafına döndük.
Trabzon’un gecesini beklediğimden daha hareketli buldum, birçok kafe ve restoranda yemek yiyenler, barlarda birasını içenler ve yükselen müzik. Biz de birinci katta balkonu olan sakin bir barda biralarımızı içip, İzmir’e kıyasla serin olan (yani tişörtün fazla gelmediği) havanın keyfini çıkartıp son derece merkezi yere konuşlanmış, asgari standartları tutturan otelimizde dinlenmeye çekildik.
Ertesi sabah otelde kahvaltımızı yaptıktan sonra, saat 9.30 gibi rehberimiz Şener Kalemci ve sevimli şoförümüz Fatih (“a”yı uzatmadan okuyoruz) tur aracımız ile bizi otelden aldı. İlk olarak sahil kenarında bir çay bahçesine gittik ve hem turumuza katılacak diğer kişilerin Trabzon’a varmalarını bekledik hem de önce gelenlerle birbirimizi tanıma şansımız oldu. Turumuz bizimle birlikte 11 kişiden oluşuyor; İzmirli Gonca – İnan çifti, Nuray Hanım, Eylem, Dilek, Sibel, Münevver Hanım, Sevinç Hanım-yabancı damat Nebi Bey (aslında gelin giden Sevinç Hanım).
Doğu Karadeniz’de neler yapmalı, nereleri görmeli, hangi yaylalara gitmeli diye araştırırken bölgeyi büyük araçlarla gezmenin bir çok noktasına ulaşamamak anlamına geleceğini gördük. Birçok yol minibüsten büyük araçlar için uygun değil. Araç kiralayıp gezilebilir ama bu durumda tatilinizin önemli bölümünün bol virajlı, yorucu yollarda şoförlük yaparak geçeceğini unutmayın. İncelemelerimiz bölge konusunda uzman, ufak gruplarla ve araçlarla tur düzenleyen 2 firmaya yönlendirdi bizi, Tamzara turu tercih ettik.
Trabzon’da Gezilecek Yerler
Gezimize Trabzon’da gezilecek yerler ile, şehir içerisinde bulunan Atatürk köşkü ile başlıyoruz. Öncelikle kent merkezine geçip Trabzon şehir gezisi yapıyoruz. İlk durağımız Soğuksu semtindeki Köşk, Atatürk Köşkü. 1903 yılında, bölgede yaşayan bir Rum armatör tarafından Avrupa mimarisinde yaptırılmış. 1924 yılında Atatürk’ün Trabzon’a ziyareti sırasında kendisine hediye edilmiş ve Atatürk, 1930 ile 1937 yıllarında bu köşkte ağırlanmış; Dersim isyanını bastırma planını burada kaldığı süre içerisinde yapmış ve yönetmiş. Ayrıca vasiyetinin bir bölümünü de burada yazmış.
Akabinde deniz kenarında bulunan Ayasofya Müzesi’ne gidiyoruz. Müze, şehrin sahil kesiminde, merkeze 2 kilometre uzaklıkta bir set üzerine kurulmuş ve Trabzon İmparatorluğu krallarından 1. Manuel Kommenos zamanında (1238-1263) inşa edilmiş. Kuzeydeki dört sütunlu ve üç apsisli şapel yapıdan daha eskiymiş. Yapının 25 metre batısındaki çan kulesi 1427 yılında yapılmış ama yenileme çalışmalarına tabii olduğu için sadece çevresindeki iskeleyi görme imkânımız oluyor. Ayasofya kilisesi, bölgedeki son Bizans devri yapıları arasında en önemlilerinden birisiymiş. Yüzyıllar boyu şehri ziyarete gelen seyyah ve araştırmacıların dikkatini çekmiş. Biz daha çok doğa turizmi heveslisi olduğumuz için bizim için turun çok dikkat çekici bir durağı değil burası.
Müze çıkışı gümüş takı, aksesuar yapan ve satan bir dükkâna giriyoruz ve Trabzon burmalarının nasıl yapıldığını öğreniyoruz. El işçiliği çok fazla olduğu için takıların fiyatı oldukça yüksek, eşim çok beğense de eli cüzdana gitmiyor.
Akçaabat Köfte
Öğle yemeği için Trabzon’un batısına doğru yol alıyor ve Akçaabat’ın meşhur köfterlerinden tadıyoruz. Gezi süresince ulaşacağımız en batı nokta burası, deniz kenarındaki büyük tesis (Nihat Usta) oldukça kaliteli hizmet ve lezzetli köfteler sunuyor.
Yemeğimizi yedikten sonra Vazelon manastırına doğru yol alıyoruz. Vazelon manastırı Sümela manastırında önce yapılmış fakat Müzeler müdürlüğü koruma altına alamamış yetişemediği için. Bu yüzden manastır hem vandalizmin kurbanı olmuş hem de ulaşımı zorlaşmış. Vazelon, Kiremitli köyü sınırlarında çok güzel bir vadi ve dağ yamacında köknar ve kayın ağaçları arasında kalan bir manastır. Yol boyu ara ara aracı durdurtup etraftaki böğürtlenlere saldırıyoruz, ne de olsa dalından yemek büyük keyif. Bütün köfteleri eritmemize neden olacak kadar dik bir keçi yolundan manastıra tırmanmak gerekiyor. İçeriye girebilmek için de küçük bir fener desteği ile bir delikten emeklememiz. Manastırın orta bölümünden, göbeğinden girebiliyoruz içeriye. Çoğu araştırmacı yapının tarihini kesin olarak verememekle birlikte; bazıları ilk inşa tarihini MS. 270, bazıları MS. 317 olarak belirtiyormuş. 527-565 yılları arasında Justinyen tarafından tamir ettirilmiş. 702 yılı ile onu izleyen yıllar içinde esaslı şekilde yenilenmiş. Vazelon Manastırı 13. yüzyıldan 20. yüzyıla kadar Maçka’nın ekonomik, sosyal ve kültürel hayatında etkinliğini sürdürmüş. Sumela Manastırı’nın; yöredeki en zengin manastır olan Vazelon Manastırı’nın gelirleri ile yaptırıldığı tahmin ediliyormuş. Fakat üzülerek söylemek gerekirse 1923 tarihinde terk edildikten sonra tamamen yok sayılmış. Fresklerin çoğunun üzeri hem Rumca hem Türkçe ‘modern’ Fresklerle süslenmiş. “En büyük …”. İnmesi çıkmasından daha zor olan patikayı çeşit çeşit bitkilerin arasından kat ederken eşimin bacağına bitkilerden birinin ufak bir teması saatlerce yanmaya neden oluyor.
Çoşandere’de Konaklama
Gezimizin ardından Maçka‘ya gidip Coşandere Oteline yerleşiyoruz. Yol boyunca eşsiz Karadeniz mimarisini, “Trabzon’lu Müteahhit” şaheserlerini izliyoruz. Buralarda sıva yapmak zorunlu değil, sanırım bunun sağlayacağı ilave yalıtım da kimsenin umurunda değil. Apartmanlar tuğla bırakılmış, hatta sadece yaşanacak bölümün tuğlaları. Sadece en üst iki katında tuğlaları ve pencereleri olan, içerisinde insan yaşayan, balkonu boyalı, bu katların altındaki 4-6 katı sadece kolon ve kirişlerden mürekkep sayısız kırmızı bina yükseliyor yeşillerin arasından.
Otelimiz şehir merkezinden ve gürültüden uzak, dört katlı ahşap, iki kişilik lüks odalara sahip, içkisiz. Odalarımızdan Çoşandere’nin gürül gürül sesi duyuluyor. Akşam yemeğinde karalahana çorbası, yoğurtlu mısır çorbası, alabalık, karalâhana sarması, kuymak ve özellikle bu yamaçların meşhur sütünden yapılan sütlacını yeme fırsatı doğuyor. Çorbalar nefis, alabalık benim için özel bir tat değil, tereyağsız yapılsa tahammül edilemeyecek kadar lezzetsiz olacak olan bol kılçıklı yavan bir balık bana göre (sevenler bana kızmasın, balık delisiyimdir, ancak tatlı su balıklarından Şapırt ve Karadeniz Somonunu severim). Kuymak yapımı mahalleden mahalleye değişiyormuş. Bölgedeki ilk kuymağımızdan (mıhlama) ziyadesiyle memnun kaldık. Karalahana sarması da çok lezizdi.
Sümale Manastırı
Pazar günü kahvaltıdan sonra Sümela Manastırı’na gidiyoruz. Daha çok doğa merakı ile gelmiş olsam da görmek için çok heves ettiğim yerlerden burası. Vazelon manastırından sonra buraya çıkış ve iniş son derece kolay, kondisyon gerektiriyor bir miktar ama tehlikeli bir parkur değil ve eğimler normal yürüyüşe göre ayarlanmış. Manastır girişinde Şener’imiz bizi bilgilendiriyor. Manastırda kokartlı rehber harici anlatım yapmak yasakmış, o nedenle kapıda anlatıyor. Neden kokartlı rehberden dinlemediğimizi sorarsanız, bölgede sadece 3 tane kokartlı olması ve bunlarında mekâna atanmak yerine normal rehber olarak çalışıyor olmalarını aktarabilirim. Neyse; Maçka Altındere Vadisi’nde yer alıyor Doğu Karadeniz’in ve Trabzon’un simgesi olan Sümela Manastırı. Deniz seviyesinden 1150 m. yükseklikte yer alan bir Rum manastır ve kilise kompleksi olup, tam adı Panagia Sumela veya Theotokos Sumela. Yaygın inanca göre, Karadenizli Hristiyan Rumlar Mela dağındaki mucizevi Panagia ikonosundan bir şey diledikleri zaman ‘stou mela’ derlermiş, bu kelime zamanla Sumela’ya dönüşmüş. Bu yüzden manastıra ‘Karadağın (Mela dağının) bakiresi de denilmekteymiş. Kilisenin MS 375-395 tarihleri arasında inşa edildiği sanılmaktaymış. Doğu Karadeniz’de anlatılan bir efsaneye göre Atinalı Barnabas ile Sophronios adlı iki keşiş aynı anda rüyalarında, İsa’nın öğrencilerinden Aziz Luka’ın yaptığı üç Panagia ikonundan, Meryem’in bebek İsa’yı kollarında tuttuğu ikonun bulunduğu yer olarak Sümela’nın yerini görmüşler. Bunun üzerine birbirlerinden habersiz olarak deniz yoluyla Doğu Karadeniz’e, Trabzon’a gelmişler, orada karşılaşıp gördükleri rüyaları birbirlerine anlatmış ve ilk kilisenin temelini atmışlar. (Hakikaten güzel hikaye, keşişin biri bir rüya sallamış, öbürü de ilaveler yapmış.) Bununla birlikte manastırdaki fresklerde sıkça yer alıp, özel bir önem verilen Trabzon İmparatoru III. Alexios’un (1349-1390) manastırın gerçek kurucusu olduğu sanılmaktaymış. Manastır topluluğu; ana kaya kilisesi, iki şapel, ayazma, hizmet birimleri, keşiş ve öğrenci odaları ile misafirhaneden oluşuyor. İki katı teras olmak üzere altı katlı olan manastırın 72 odası varmış. Her kattaki sekizer oda, İncil’den alınan konuların işlendiği fresklerle kaplıymış. Fresklerin çok azı günümüze ulaşabilmiş. Sümela Manastırı’nın en dıştaki balkonlu kısmı ise Osmanlı döneminde 19. yüzyıl ortalarına tarihlenirmiş, özellikle iç mekân kurguları Türk mimarisi esas alınarak yapılmış. Binanın arkasındaki bahçede bulunan havuzlu çeşmenin suyu kutsal sayılmaktaymış. 1923 yılında boşaltılıp terk edilmiş. Daha sonra geçirdiği yangın, doğa koşullarının etkileri ve çeşitli yağmalar sonucu kısa sürede harabe haline gelmiş. 1972 yılında ören yeri olarak ziyarete açılan yapıda, yaklaşık 2 milyon TL harcanan restorasyon çalışmaları halen devam etmekte. Medyada zaman zaman bu yenileme faaliyetlerinden bahsedilmişti ciddi eleştirel şekilde. Şener’imizde sıfırdan yapılan yerlerini dikkatlerimize sunuyor. Fotoğraflarda görülen ön cepheye ise girişe izin yok. Yenileme işlerine gelen tepkiler üzerine ziyaretçilere kapatılmış. Ziyaretçilere kapalı bölüm manastırın önemli bölümünü oluşturuyor.
Memiş Ağa Konağı ve Uzun Göl
Sümela Manastırından sonra yönümüzü kuzeye çeviriyor ve Karadeniz sahilinden doğuya doğru yola koyuluyoruz. Bölgenin vaktiyle önde gelen güvenilir insanlarından biri olan Memiş Ağa’nın konağını ziyaret ediyoruz. Her gelin için ayrı, yaşam mahalli diyebileceğim boyutta odaları olan, en alt katında tutuklular için hapis odaları dahi bulunan konak tek şömine ile ısınıyormuş. En büyüleyici yer bu şömine, alt katta evin merkezine konumlandırılmış, odalar bacasına dayanmış. Söylemeseler şömine olduğunu anlamazsınız. Yaklaşık olarak evimin mutfağı kadar, herhalde fındık ağacını parçalamadan yakabiliyorlardı. Yola devam edip Uzungöl’e gidiyoruz meşhur Karadeniz kuru fasulyesini güveçte tatmak için. Karadeniz bölgesine giden herkesin mutlaka görmek istediği bölge hınca hınç dolu. Bu yazıya hep güzel şeyler yazmak istiyorum ama burada bu ne yazık ki pek mümkün değil. Eleştirel yazı olmaması için pek detaya girmeyeceğim, gölün çevresi tamamen doldurulmuş ve otopark olarak kullanılıyor. Arabistan plakalı dört çarpı dörtler ve kara çarşaflıların istilasında, gölün bir ucuna doldurularak kocaman bir cami yapılmış, tüm nüfus aynı anda ibadet edebilsin diye, diğer ucuna ise yine doldurularak helikopter pisti. Kuru fasulyeye laf yok çok lezzetliydi, sütlaç Çoşandere’dekini mumla arattı. Şener’imize Uzungöl’ü programdan çıkarmalarını öneriyoruz, “görmemiş olan mutlaka görmek istiyor, görmüş olan bir daha gelmek istemiyor” cevabını alıyor ve tamamen katılıyoruz.