Bu sabah ilk destinasyonumuz Notre-Dame Katedrali. İlk önce katedral yakınlarındaki bir cafede kahvaltımızı yaptık. Sonrasında Fransız gotik mimarisinin en güzel örneği olarak bilinen Notre-Dame Katedrali’nin içerisini gezdik. Biz gezerken içeride ayin yapılıyordu. Oturarak ayini dinleyen kalabalık bir grup ve ilk içeri girdiğimizde sahne gibi bir platformda konuşma yapan zenci bir bayan vardı. Bayanın ses tonundan aşırı duygusal bir konuşma yaptığı anlaşılıyordu, sesi giderek daha fazla titremeye başladı ve konuşmasını gözyaşları içerisinde bitirdi. Akabinde bir grup din görevlisi sahneye çıktı, sırayla insanları kutsamaya ve şarap tattırmaya geçtiler. Tüm konuşmalar ve seremoni yapılırken biz dahil, çok kalabalık bir turist grubu da katedrali gezmekteydik. Böyle önemli, en azından ben öyle hissettim, bir ayinde içeride fotoğraf çekerek dolaşan bir grup olması bize biraz garip geldi. Buranın en üst katına çıkıp, Paris’i başka bir açısından görme şansı da var ama girişin önündeki uzun kuyruğu görünce hemen vazgeçtik.
Katedralin hemen güneyinde Latin Quarter diye bir bölge var. Gezimize buradan devam ettik ve karşımıza çıkan pazara daldık. Pazar içerisinde meyve, sebze, kabuklu deniz mahsulü, çiçek ve benzeri bir sürü ürün var. Ayrıca müzik yapan orta yaşlı bir grup abi de ortamın havasını neşelendiriyor New Orleans cazla. Buradan, dün çantamızda olmasından memnuniyet duyduğumuz için şarap tedarik ettik, vidalı kapaklı. Otobüse binip ve Eyfel Kulesi civarından başlayan Seine nehri tekne turuna katılmak için yollandık. 14.30 turuna biletlerimizi aldık (Paris Visite kartımız olduğu için kişi başı 8€) ve 1 saat boyunca Eyfel’den Notre Dame yönüne Seine nehri boyunca gidip geldik. Gezimiz acayip keyifli oldu. Aldığımız rose şarabımız içip, tekneye binerken edindiğimiz baget sandviçimizi yerken, Edith Piaf ve ünlü Fransızca şarkılar eşliğinde müthiş manzarayı seyre ve fotoğraflamaya daldık. Tekne turunda İngilizce de açıklama yapan bir rehber bulunuyordu. Rehberin açıklama yapmadığı zamanlarda da audio-guide’lardan etrafımızdaki tarihi yapılar hakkında bilgi aldık.
Tekne turumuzu tamamladıktan sonraki rotamız Centre Georges Pompidou. 1971 yılında tasarım ödülü kazanmış olan bina, üzerinde taşıdığı renk kodları ile dikkatleri çeken bir petrol rafinerisi biçiminde. Ayrıca burayı ters yüz bina olarak da tanımlayabiliriz. Genel olarak binalarda dışarıdan görmediğimiz tüm tesisat hatları burada binanın dışına görsel bir şekilde yerleştirilmiş. Burada sinema, küçük müze ve sergilerin olduğunu öğreniyoruz. Fakat içeridekiler biraz meraklısına yönelik gibi, camlardan içeriye bakmaya çalıştık ama tam olarak nerede ne var pek kestiremedik. İçeri girmek için yağmur altında pek ilerlemeyen bir sırada bir süre bekledikten sonra vazgeçtik. Hem bir şeyler atıştırmak hem de yağmurun dinmesini beklemek için yakınlardaki bir cafe’ye oturduk ve kırmızı şarap ve peynir tabağımızı sipariş ettik.
Bu keyifli moladan sonra Bastille Meydanı’na geldik. Fransız Devrimi’nden önce burada Bastille Kalesi ve hapishanesi varmış ama devrim esnasında yıkılmış. Meydandaki, gözlerimi vitrininden alamadığım bir çikolatacıya girip hemen bir poşet edindim ve çeşit çeşit lezzetler arasından seçtiğim bir grup çikolatayı doldurdum. Tüm gezi boyunca birer ikişer afiyetle yedim. Buradaki turumuzu tamamladıktan sonra akşam yemeği için Champs-Elysées’deki bir zincir restaurant olan Léon de Bruxelles’e geldik. Leon, Paris’li de olsa Brüksel’in meşhur yemeği midyeyi (Moules Frites) çeşitli şekillerde sunuyor. Ama midyeyi bizim bildiğimi gibi yapmıyorlar. Derin bir tencere içerisinde çeşitli soslarla tatlandırılmış midyeler kabukları ile pişip geliyor ve yanında sınırsız patates kızartması mevcut. Biz rokforlu ve akdeniz usulü (zeytin ve domatesli) 2 midye tenceresi sipariş verdik (40€). Midyeler güzeldi ama gelmeden önce beklentimi yüksek tuttuğum için daha güzel olabilirmiş diye de düşündüm (bu arada midyelerin bazıları da kumluydu).
Akşamları Eyfel kulesi saat başında ışıklandırılıyormuş. Yemekten sonra saat 22.00’deki şovu görmek için hemen hareketlendik. Saat 21.30’a geçmiş durumda, Eyfel Şanzelize’ye yakın ama bu sınırlı zamanda yürüme mesafesinde de değil. Acaba Şanzelize’yi kesen sokaklardan kuleyi görebilir miyiz diye çabaladık ama imkansız. Hemen en yakın durağa koştuk ve o tarafa giden bir otobüsü yakaladık. Otobüsle giderken gözüm sürekli saatte, yetişebilecek miyiz acaba derken kulenin arka tarafına doğru bir durakta indik. Bulunduğumuz sokağın köşesini döndüğümüz anda kule tüm görkemiyle parıldamaya, yanıp sönmeye başladı. Kulenin tamamına yerleştirilmiş binlerce ışık birbirlerinden bağımsız yanıp sönüyor, hepsi aynı renk. Yaklaşık 10 dakika süren bu enfes şov, bizi adeta büyüledi, Eyfel kulesinde hala sıra olması ve kulenin altının kalabalık ve eğlenceli olması da güzeldi.
Işık şovunun ardından tekrar otobüse bindik ve Latin Quater’a geldik. Burası geceleri cıvıl cıvıl ve renkli. Notre Dame’ın güzel aydınlatmasının karşısındaki sokaklarda sıra sıra barlar, restoranlar, cafeler, her yer kalabalık, renk renk insanlar. Küçük sokakları arasında gezdikten sonra bir bara oturduk. Güzel bir canlı müzik eşliğinde ilk önce biramızı içtik arkasından da Fransız rakısı Richard’ı tattık. Latin Quater’a ilk geldiğimizde barlardan birinde tüm garsonlar erkekti ve üzerlerinde sadece iç çamaşırı vardı. Mekan ilgimi çekince Orhan dönüşte uğrarız diye beni oyaladı, gecenin bitiminde buranın tekrardan önünden geçerken uzun bir bayan kuyruğu beni hayrete düşürdü. Sabahtan beri belki 10 belki 15 km yürümüşüzdür. Bardan çıkıp metro istasyonuna gidene kadar resmen ayaklarım tutmaz ve belim ağrıdan sızlar haldeydim. Bir ara bir adım daha atamayacağımı hissettim ama metroya varıp otelimize dönebildim. Yatağı görünce anında sızdım.
Comment(2)