Aborjin Kültürü Üzerine
Avustralya ve Yeni Zelanda’yı gezdiğimiz seyahatimizde Avustralya kıtasının Outback olarak adlandırılan iç bölgelerine gitmedik. Aborjinlerin kutsal saydığı Uluru kayasını programımıza almak istesek de sınırlı zamana sığdıramadık. Her ne kadar Aborjinlerin asıl yaşam alanı olan Outback bölgesini gezememiş olsak da yerel halkın yaşamını anlama adına hem okuduk, hem de eğitici sanatsal turlara dahil olma şansına eriştik.
Avrupalıların gemilerle kıtalar arası ulaşım yapacak kadar teknolojik olarak ilerlediği, baruta sahip olduğu, matbaa sayesinde bilgiyi kolay şekilde iletebildiği ve Avustralya kıtasına ulaştığı yıllarda Aborjinler hala yerleşik düzene bile geçmemişlerdi. Avcılık ve toplayıcılık yaparak göçebe hayatı sürüyorlardı. Aşiret olarak adlandırmamın pek yanlış olmayacağı geniş göçebe ailelerdi. Aileler birbirleri ile aynı dili konuşuyor olsalar da (ki bu çok da olası değil) dini törenler, evlilik seremonileri ve ticaret yapmak (değiş tokuş ile) gibi sebepler dışında pek bir araya gelmiyorlardı.
Göçebe yaşam İngilizlerin kıtaya gelmesi ile son buldu. 18. Yüzyılda 750 bin olduğu tahmin edilen Aborjin nüfusu günümüzde ülke nüfusunun ancak %1,6sı olan 385 bine inmiş durumda, bu rakam ülkedeki Yunanlıların sayısından bile az.
Neredeyse her kabilenin kendi lisanı olduğu, yaklaşık 300 farklı dil konuşulduğu iddia ediliyor ancak tüm Aborjinler mitolojik hikayelere dayalı bir tür inanç ve kurallar sistemi olan Dreamtime’a inanıyorlardı. Bu inanç yapısı iki ruhları olduğuna inanmalarını gerektiriyordu; biri ölümlü, diğeri totemlerine bağlı ve ölümsüz olan. Her ailenin, yani aşiretin tek atadan, totemden geldiğine inanıyorlar, bu ruhların, totemlerin güvenliği sağladığına, talihsizliklerin ise ataların küstürülmesinden kaynaklandığına inanıyorlardı. Doğal olarak bir kabile üyesi kutsal değerlerin korunmasından sorumlu oluyor ve bu kurallara uymayan kabile üyeleri cezalandırılıyordu.
İki ayrı müzede; Comtemporary Art Museum ve Gallery of New South Wales’de Aborjin sanatı tanıtım turlarına katıldık, Kuranda’da Aborjin kültürünün tanıtıldığı gösteriye katıldık, müziklerini dinledik, danslarını izledik, boomerang atmayı öğrendik. Ben de sanatları üzerinden gelişimi anlatmaya çalışacağım.
Birbirlerinin dillerini anlamayan yüzlerce kabile söz konusu, doğal olarak müzik ve dans öncelikli iletişim araçları oluyor, kültürlerinin ortak eseri olan Didgeridoo adlı, pek de nota çıkartamadığınız, sadece üfleme şeklinizi değiştirerek farklı seslere ulaşabildiğiniz uzun ahşap çalgıyı kullanıyorlar. Karşılaşmalarda dostluklar, gerektiğinde birbirlerini uyarmalar bu enstrümanla oluyor. Sohbet danslarla derinleşiyor. Şarkılar genelde Dreamtime mitolojisinin hikayelerini anlatıyor.
Göçebe oldukları için ilk yazılı eserleri mağaralara yaptıkları çizimler, önce el basmaları olarak sonra çizimler halinde. Bunları ölülerini defnettikleri yerlere diktikleri ahşap mezar dikitleri takip ediyor. Orijinalleri de rengarenk olan bu dikitlerin günümüzde modern sanata dönüşmüş hallerini farklı müzelerde hatta sokaklarda bile görmek mümkün.
Daha sonra ağaç gövdelerinden tual yapmaya başlıyorlar. Ağacın dış kabuğunu yoluyorlar, ateş ve su ile düzleştiriyorlar. Bitkisel boyalarla, çöl manzarasını anımsattığı için nokta nokta işliyorlar eserleri. Öbek öbek çalıların yer aldığı düz araziler sonuçta her zaman önlerinde, o nedenle dünyayı nokta nokta kabul ediyorlar. Her desenin anlamı var ve resimler kodlu olarak hikaye anlatıyor. Bu açıdan bizim kilimleri andırıyor diyebiliriz. Gallery of New South Wales müzesindeki rehberimizin elinde hiyeroglif gibi, tek tek sembollerin anlamlarını içeren kitapçık vardı.
Avrupalılar ilk geldiğinde, hem gelenler tarafından bizzat öldürüldüler, hem de getirdikleri hastalıklar nedeniyle öldü Aborjinler, binlercesi. İngiltere’ye kestikleri insan kafalarını götürürlermiş. Comtemporary Art Museum’da bu geleneği protesto eden eserler var. O dönemi İngiliz gözüyle anlatan Philips Fox’un “Landing of Captain Cook at Botany Bay” adlı keşif resmine ufak müdahale ile cevap veren, Daniel Boyd’un “We Call Them Pirates Here” resmini de görebilirsiniz.
Yoketme dönemi zamanla azalıp yok olmuş. 1850’li yıllarda ise yoksulluğu yok etme bahanesi ile Aborjinler toplama kampı gibi yerlerde toplanmış, tecrit edilmiş. 1950’lerden beri daha saygılı politikalar güdülüyor olsa da hala hayatın; barınma, sağlık, eğitim ve benzeri tüm dallarında en çok sıkıntı yaşayanlar Aborjinler.
200.000 Aborjin hala kıtanın “outback” bölgesinde yaşıyormuş. Aşiret düzenleri nedeniyle kimse zengin bir hayat süremiyor, şehre gelip zengin olsalar da bunu kabileleri ile paylaşmaları gerekiyor. Göçebe yaşam İngilizler gelince son bulmak zorunda kalmış olsa da, halen kabile liderine saygı büyük, yasalarına uyuyorlar. Aslında bir kısmı halen çalışma fikrine alışmış değilmiş, hayatlarını çalışmadan sürdürüyormuş, toplayıcılıkla. Kıtanın iç kesimlerinde, çöl ortamında Avrupalılar suyu, yiyeceği, insanları bile göremezken elbette Aborjinler bunların hepsini tespit edebiliyor.
Artık yeni düzene o insanları adapte edebilmek için çalışmalar yapılıyor. Okullar var ve eğitim hem yerel dilde hem İngilizce yapılıyor. Hemen her kabilenin farklı dil kullandığını belirtmiştim, doğal olarak Aborjinler birden fazla dil biliyorlar ve dil öğrenmeye yatkınlar, İngilizce öğrenmeleri kolay oluyor. Bunun önemli bir zararı var aslında, birbirlerinin dillerini konuşmak yerine kabileler arasında da İngilizce konuşmaya başlamışlar, dilleri zamanla yok olacak. Aynı Hindistan’da birçok lehçenin yok olmuş olması gibi.
Elbette sadece okul açarak erişmek mümkün olmuyormuş yerel halka. Çocukları okula çekmek için, örneğin okulun birine havuz yapmışlar, okula gidenlere havuza girme izni veriyorlarmış. Okullarda hem Aborjin hem beyaz öğretmenler varmış. Resim geleneklerini sürdürmelerine destek amacıyla tuval ve boya sağlanmış, ancak boya iklim koşullarında sıkıntılı olduğu için tuval ile kendi boylarını kullanmayı tercih etmiş Aborjinler.
Aborjin resim sanatı artık dünyanın en eski sanatlarından biri olarak tüm dünyanın saygısını alıyor, modern Aborjin sanatı ise 1970’lerden beri ciddiye alınıyor. Aşağıdaki eser en güzel örneklerden biri olarak sunuluyor. İngilizler geldiğinde kıtada Aborjinlerin nokta nokta çizimleri ve yarasalar varmış. Kendileri dört taraflı çamaşır askılığını getirmişler yanlarında. Günümüz Avustralya’sında dört taraflı askı kalmamış, yarasalar ve Aborjin kültürü ise sürüyor.
Sadece eğitim yönünde çaba sarf edilmiyor günümüzde, artık devlete ait topraklar. Zaten Aborjinlerin mülk edinme konusunda da düşünceleri farklı, onlar toprağa iyi bakmakla sorumlu olduklarına inanıyorlar. Bu konuda da adımlar atılıyor, en azından toprak satışı gibi konularda hükümet ile pazarlık edebilmeleri, seslerini duyurabilmeleri için Aborjin toprak konseyleri oluşturulmuş.
Sanat dallarının hemen hepsinde Aborjinlere verilen değer arttı, yazarlar daha çok ilgi görüyor, Opera binasının 40. Yaş günü kutlamalarında onların dansları ve müzikleri yer aldı, resim ve heykel teknikleri kullanılıyor, sporda da önemli değer veriliyor, olimpiyat meşalesini taşıtacak kadar. Kültür ve yaşam tarzlarının önemli bir bölümünü yitirdikleri ve daha da yitirecekleri aşikar ama en azından bazı şeyleri geleceğe taşıyabilecekler gibi görünüyor.