Gerçek Romantik Mont Saint Malo
14 Mart 2011
Sabah’ın kör saatinde eşimden ayrılıp tren istasyona gidiyorum. Rennes’e geçişimi hızlı trenle yapacağım, biletimi önceden aldığım için 35€ gibi uygun bir fiyata 3 saat içinde şehir merkezinde olacağım. Yarı açık yarı kapalı gözlerle kat ediyorum yolu. İstasyonda beni bir taksi karşılıyor, İngilizce bilmeyen sürücümüzle 45 dakika süren yolculuğun ardından firmaya varıyoruz. Brittany bölgesinde Combourg yakınlarında hiçbir şeyin ortasına fabrika kurmuşlar, Datça yolunu andıran 2 taraftan ağaçlarla kaplanmış yollarla varılıyor mekana, önünde de bir göl var. Son derece dingin mekanda tek başıma kalsam geri dönebilmem söz konusu değil. Etrafta sadece üzerinde top gibi çalılar olan ağaçlar var. Bu çalı gibi yuvarlakların bir tür mantar olduğunu sonradan öğreniyorum.
Benim için ayarladıkları otel Combourg adlı yaklaşık bin nüfuslu kasabada, şirkete 10 dakika mesafede. Göl kenarında, yeşillerin ortasında, Combourg Şatosunun yanında, bu şatoda büyümüş François-René de Chateaubriand’ın heykelinin hemen arkasında. Heykeli dikilen bu adam yazar, politikacı ve yardımsever bir halk kahramanıymış. Bildiğiniz meşhur yemek adını ondan alıyor, Breton yemekleri yazımda bahsettim.
Çantamı otelde terk edip hemen etrafı keşfe çıkıyorum. Kasabada onlarca restoran var ve hemen hepsi kapalı, yazın özellikle de hafta sonları iş yapıyorlarmış. Açık birkaç mekandan birinin dönerci olması beni çok şaşırtıyor. Bu ufakcık mekanda tahminen çevre kasabalara hizmet veren 3M Migros boyutlarında bir alışveriş merkezi de var. Başka da bir şey yok, bir saat kadar sonra otelde buluyorum tekrar kendimi.
Yapacak pek bir şey olmayan mekanda günlerim kitap okumak, film izlemek ve çalışmakla geçiyor. Tüm yemekler otelde ve fabrikada. Fabrikadaki öğle yemeklerinde şarap ikram ediyorlar. Buralarda aldığımız en ucuz şaraplar bile bizdeki orta üstü kalitede ve onda biri fiyata satılıyorlar. Akşam yemeklerinde ise oteldeyim, yemekler lezzetli ve sunumları son derece şık.
Mont Saint Malo
17-18 Mart 2011
Yapılacak bir şey olmayan bölgede iyi çalışınca son günkü programı boşaltmayı başarıyorum ve son akşam beni Mont Saint Malo adlı mekanda ağırlamaya karar veriyorlar. Fransa’nın kuzey ucunda, okyanus kıyısındaki bu tarihi kent eskiden tamamen surlar içerisinde yer alıyormuş artık surların dışına taşmış elbette. Tren istasyonundan biletimi aldıktan sonra son derece şık bir restoranda ağırlıyorlar beni. Meşhur Chateaubriand yemeğini yiyorum, kaz ciğeri ile sunulan et oldukça lezzetli. Keyifli yemeğin ardından son derece şık ve lüks otel odama dönüyorum. Ertesi güne erken başlama düşüncesi ile.
Hedeflediğim gibi de yapıyor, sabah erken kalkıp, bavulumu otele teslim edip kenti adımlamaya başlıyorum. Otel sahil kenarında, benim odam ise diğer tarafa, limana bakıyordu, yani binadan biraz geniş bir hat ile surlar içerisindeki tarihi kent ana karaya bağlanıyor. Bir taraf okyanus, diğer taraf liman. Hemen okyanus kenarına, sahile iniyorum, deniz yoldan 100 metre kadar ötede ve 3 metre kadar aşağıda kalıyor. Yolun ve binaların bulunduğu bu 3 metre yüksekliği sağlayan duvarın önüne dip dibe ağaç gövdeleri dikilmiş. Duvarı dalgalardan korumak için olduklarını öğrenmek beni şaşırtıyor, önceki gece yemek yediğimiz restoran da bu kıyıda ve yakın zamanda dalgalar nedeniyle önemli ölçüde hırpalanmış.
Bizim memlekette metcezir olduğunu söylemek buraları öğrendikten sonra oldukça saçma kalıyor. (Gel-git olayını daha sonra da Tanzanya’da görmüştük, Zanzibar Kumsalları yazımızda bahsetmiştik) Kaldığım kısa sürede bizzat şahit olmasam da Mont Saint Malo sahilinin tamamen dolup dalgaların yolu dövdüğü oluyormuş. Gördüğüm Amerikan servislerin birinde fotoğrafı vardı. Sahil oldukça açık renkli kumla kaplı ve kum oldukça sert, tok, içi hala ıslak olsa gerek. Yürüyüş için son derece konforlu, kuma batma gibi bir risk taşımıyorsunuz.
Sahilden eski şehre kadar yürüyüp giriyorum surların içerisine, daracık sokaklı, Arnavut kaldırımlı, dim dik çatılı, en fazla 4 katlı binalardan oluşan mekan insanı zaman yolculuğuna sokuyor. Hediyelik eşya dükkanları, kafe, restoran ve barlarla açısından zengin bir bölge. Akşamdan tembihlendiğim üzere buranın yerel yemeği Krepier yiyeceğim kahvaltı niyetine. Yeni açılmakta olan kafelerden birine dalıyorum. Ocağın ısınması için biraz bekleteceklerini söylüyorlar, bekliyorum. Krepier bildiğimiz krepin kepekli un ile yapılmış olanı sanki. Benim sipariş ettiğimde üzerinde krema, rokfor peyniri ve jambon var, yeşilliklerle servis ediyorlar. Son derece yoğun lezzetli ve doyurucu.
Kahvemi de içip sokaklarda dolaşmaya başlıyorum ve delicesine fotoğraf çekiyorum. Tabii ki Mont Saint Malo’nun tam ortasına bir kilise konumlandırılmış. Kiliseyi gezmeyi de ihmal etmiyorum. Önceki gece bilgilendirildiğim gibi burası pahalıca bir yer ve üniversitesi yok, bu nedenle gençler burada yaşamıyor, şehir nüfusu Fransa’nın en yaşlı insan gruplarından birini oluşturuyormuş ve yaş ortalaması da giderek yükselmekteymiş. Gençler ancak yaz tatillerinde akın ediyorlar buraya. Surlar arasında da bir çok otel var, yazın buraların dolup taştığı belli. Tıpkı Dubrovnik gibi burada surlar içerisinde toprak bulmak pek olası değil.
Mont Saint Malo şehir surlarına çıkıyor ve tam turuma başlıyorum surlar üzerinden, özellikle denize bakan bölümlerde manzara nefis. Birçok adacık var çevrede ve bunların birkaçının üzerinde şatolar var. Etrafta albatroslar uçuşuyor. Boş yarım adalardan birine yürüyorum ben de, okyanus kentin tam arasında olan bu adanın arkası en uçsuz deniz manzarasına sahip ve en uç noktayı da bir mezara ayırmışlar.
Surlar üzerindeki turuma geri döndüğümde artık gökyüzü tamamen gri bir renk almıştı. Liman tarafına devam ederken meydanları, parkları, heykelleri, gözlem balkonlarını geçiyorum, liman girişindeki dalgakıranın ardında denizin çekilmesi ile karaya oturmuş tekneler dikkatimi çekiyor. Eski kentten ayrılıp yeni kente, yani ana karaya genişlemiş bölüme geçiyorum ama dikkatimi çeken bir şey var. Yer yer içinde siyah çöp torbaları bulunan kumbara gibi aletler asılı duvarlarda, üzerlerinden de köpek resmi “Hygiene Canine” yazan tabelalar. Anladığım kadarıyla köpek sahiplerinin, hayvanlarının oluşturduğu pislikleri sokaklarda bırakmamaları için konmuş kumbaralar.
Otelin penceresinden de gördüğüm korsan gemisinin yanına vardığımda ne yazık ki kapalı olduğunu görüyor ve çiselemeye başlayan yağmurun altında yürümeye devam ediyorum. Bahsettiğim ve uğradığım restorandan başlayan ana sahil şeridinde bir yürüme parkuru var. Uzun yürüyüş parkurunda ilerlerken sahilin kullanımına dair tabelalar dikkatimi çekiyor. Yüzmeye izin verilen alanlar, sörf ve yelken sahaları harita üzerinde işaretlenmiş. İleride kumun üzerinde 3 tekerlekli yelkenlileri ile gezenleri görüyorum ama yağmur şiddetini artırdığı için yönümü geriye döndürüp otelin yolunu tutuyorum.
Otelde biraz soluklanıp kuruduktan sonra bavulumu alıp trenle Rennes’e (13€), oradan da Paris’e (38€, kampanyadan first class bilet) geçiyorum. Mont Saint Malo gezim bitiyor. Rennes gezilecek yerler yazıma da bir göz atmanızı öneririm. Montparnasse kulesinin çevresinde karanlık da olsa elimde bavulla bir tur atıyorum otele gitmeden evvel. Coypel otel bana bu sefer gardıroptan bozma bir oda veriyor ama erken uçakla döneceğim ve sabah 5’te oteli terk etmiş olmam gerekiyor. Marketten aldığım sandviçleri yiyip kanepe kadar yatağa kıvrılıp dinleniyorum biraz.
Nisan 2011
Comment(2)